Tarımda kullanılan zirai ilaçların etkilerini artık hemen hepimiz
biliyoruz. Anne sütüyle bebeklere bile geçtiğini gösteren araştırmalar var.
Dünyada konvansiyonel tarım ürünleriyle beslenen kimse muaf değil zirai
ilaçların etkilerinden. Üstelik tarım sektörü, tüm verilerin mevcut yapının
insan sağlığı ve gezegenimiz için sürdürülebilir olmadığını göstermesine rağmen
hiç de niyetli görünmüyor değişime. Öte yandan bilim insanları sürekli zirai
ilaçların olumsuz etkilerine ilişkin yeni verilere ulaşıyor. Sektörün bunları
daha ne kadar görmezden geleceğini bilmiyorum ama bu ilaçların zararlı etkileri
tartışıldıkça bir kamuoyu baskısının oluşacağı kesin.
Bu konuları tüketici
ilgisiyle takip eden birisi olarak, zirai ilaçların zararlı etkilerinin dünya
genelinde tartışılan bir konu olduğunu görüyorum. Tarımda kullanılan ilaçların
etkilerine ilişkin araştırma sonuçları, uzman görüşleri dünyaca ünlü
gazetelerde yayınlanıyor. Denk geldikçe okuyor ve paylaşmaya çalışıyorum.
Aşağıdaki yazı 11 Aralık 2012’de New York Times’in
blogunda yayınlandı. Mark Bittman imzalı yazıda konu Amerika açısından ele alınıyor.
Ama zirai ilaçların insan ve çevre sağlığına etkileriyle ilgili bilgiler
içerdiği için paylaşmak istedim. Yazıya şu adresten ulaşabilirsiniz.
“Zirai İlaçlar: Her Zamankinden Daha Fazla
Ne kadar çabuk unutuyoruz.
50 yıl önce “Sessiz Bahar” isimli kitap yayınlandıktan
sonra bizler (bilim insanları, sağlık ve çevre hakları savunucuları, kuş
gözlemcileri, vatandaşlar) zirai ilaç kullanımını ve onlara maruz kalma düzeyimizi
azaltmayı başarmıştık. Ama sonuçta giderek daha sık kullanılır oldular ve
geldiğimiz noktada Amerika tarım sektörü hiç olmadığı kadar çok zirai ilaç
kullanıyor.
Ve bu ilaçların yarattığı tehdit her zamankinden daha
ciddi. “Sessiz Bahar”ın yazarı Rachel Carson, zirai ilaçların doğaya etkisi
üzerine odaklanmıştı ama artık tarım işçilerinin de bu ilaçları kullanırken
doğrudan temastan korunmaları gerektiği iyice açığa çıktı. Zirai ilaçlara rutin
bir şekilde maruz kalmanın sadece bitki örtüsüne değil, kendisini bütün
canlılardan üstün gören insanların da aralarında bulunduğu tüm canlılara zarar
verdiğini gösteren yeni çalışmalar ise daha az biliniyor.
Bu bakımdan ABD Pediyatri Birliği’nin bir açıklaması
oldukça dikkat çekici. Radikal bir duruşu bulunmayan bu kuruluş, yayınladığı
bir bildiride aileleri zirai ilaçların tehlikeleri konusunda uyardı ve bu
ilaçlardan kaçınmaları önerisinde bulundu. Bildiriyle birlikte
yayınlanan raporda, zirai ilaçlara maruz kalınması ile kanser (özellikle beyin tümörleri ve
lösemi) ve tersine nörogelişim, özellikle düşük I.Q., otizm, dikkat eksikliği
ve hiperaktivite bozukluğu arasında ciddi bağlantılar bulunduğu belirtilmekte.
(Pediyatrik bir sorun olmayan Alzheimer da zirai ilaçlarla maruz kalma ile
ilişkilendiriliyor.)
Bu açıklama bana yakınlarda yapılan bir başka açıklamayı
hatırlattı. Hamile kadınların zirai ilaçlara maruz kalmaları çocuklarında
obezite yatkınlığına neden olabiliyordu. Bunu yaratan mekanizma yeni yeni
anlaşılmaya başlanıyor. Aslında çok şaşırtıcı da değil çünkü zirai
ilaçların çoğunun endokrin sistemini bozduğu, gen ifadesi örüntülerini
değiştirdiği bilinmektedir.
Sonra aklıma güya kısmen zirai ilaç kullanımını azaltmak
amacıyla da tasarlanan genetik mühendislik ürünü bitkilerin son on yılda bu
ilaçların kullanımının daha da artmasına neden olduğu geldi. Genetiğiyle
oynanmış tohum kullanılan tarlalarda, konvansiyonel tohum kullanılan tarlalara
göre % 24 daha fazla zirai ilaç kullanılıyor.
Bütün bunlar
dikkat çekici olmakla birlikte en dikkat çekici olan zirai ilaçlar konusunda
hepimizin nasıl bir farkındalık eksikliği içinde olduğunu görmekti. Çünkü
teste tabi tutulan her insanın vücut yağında zirai ilaç bulunmuştu.
Çünkü ABD’deki akarsuların neredeyse tamamında, kuyuların % 90’dan fazlasında
ve yeraltı sularının yarıdan fazlasında zirai ilaç vardı. ABD Tarım Bakanlığı
verilerine göre ortalama bir Amerikan vatandaşı beslenme ve içme suyu yoluyla
günde 10 civarında zirai ilaca maruz kalıyor.
Bu sonuçların
şaşırtıcı olmaması gerekir: Neredeyse bütün zirai ilaçların hedeflenen nesneden
başka bir yere gitmesini tanımlayan “pestisit sürüklenmesi” kavramı bu
durumu açıklıyor. Bunun bir diğer anlamı da etkili olabilmeleri için daha fazla
zirai ilaç kullanılmasının gerektiği.
Zirai ilaçlar şu ana kadar çok zarar verdi ve işler
düzelmeden önce daha da kötüye gidecek. Uzun vadeli çözüm bunların kullanımının
azaltılması ve bu da aslında bilinen yöntemlerle yapılabilir: ürünlerin
dönüşümlü olarak ekilmesiyle istilacı türlerin saldırılarının azaltılması;
basitçe “ilacı sıkmadan önce düşünmek” olarak özetlenebilecek zararlılarla
mücadelede entegre bir yaklaşımın uygulanması; ilaç uygulamalarında en hassas
olanların- çiftlik çalışanları, çocuk sahibi olabilecek yaştaki insanlar ve gebeliğinin
ilk üç ayındaki kadınlar- korunması; çiftçilere konvansiyonel tohum
seçeneklerinin sunulması (soya, mısır ve pamuk tohumlarının % 95 kadarı ilaç
direncine sahip gen taşımaktadır bu da aşırı ilaç kullanımını teşvik
etmektedir.); ve genel olarak organik tarıma yönelinmesidir.
Sadece bu son strateji insanları hemen korumaya yardımcı
olabilir. Organik gıdanın saldırıya uğradığı ve herkesin organik gıdaları
tüketmeye gücünün yetmeyeceği argümanlarının dile getirildiği ortama rağmen,
organik tarımın varlık amacının zirai ilaçlardan arınmış ürünler sunulması
olduğu hatırlanmalıdır. Pestisit sürüklenmesi nedeniyle organik gıdalar
ilaçtan tamamen arınmış olmasalar da en azından bilinçli bir ilaç uygulamasına
maruz kalmamışlardır. Charles Benbrook, 2008 yılında yayınlanan “Zirai
İlaç Risk Denklemini Basitleştirmek: Organik Seçenek” isimli harika
raporunda organik gıda üretiminin zirai ilaçlara maruz kalma oranımızı % 97 azaltacağını tahmin etmektedir.
Eğer şu an çocuk sahibi olabilecek yaşta olsaydım veya
küçük çocuğum olsaydı, organik gıda tüketmek için elimden geleni yapardım. Eğer
bunu yapmaya gücüm yetmeseydi, Çevre Çalışma Grubu’nun Pestisit Rehberi’ne göre
alışveriş yapardım. ( Bu raporda, en fazla ve en düşük zirai ilaç kullanılan
yiyecekler sıralanmaktadır.) Fakat yaşınız ne olursa olsun, tehdide karşı
uyanık olmamız ve zirai ilaçların bugün de, yarım yüzyıl önce olduğu kadar
tehlikeli olduğunu akılda tutmamız gerekiyor.”
Yazıyı okuduktan sonra Çevre Çalışma Grubu’nun pestisitli
ürünler raporuna baktım. Üretiminde en fazla zirai ilaç kullanılan 12 tarım
ürünü “Kirli Düzine” olarak isimlendiriliyor. Neler mi var bu listede? Elmayla
başlayan listede, sırasıyla kereviz, dolmalık kırmızı biber, şeftali, çilek,
nektarin, üzüm, ıspanak, marul, salatalık, yaban mersini ve patates yer
alıyor. Zirai ilaçlar bakımından en temiz olarak nitelendirilen tarımsal
ürünler ise yine sırasıyla; soğan, tatlı mısır, ananas, avokado, lahana,
bezelye, kuşkonmaz, mango, patlıcan, kivi, kavun, tatlı patates, greyfurt,
karpuz, mantar. Tabi bu liste ABD’li tüketiciler için Amerika’da
satılan ürünler değerlendirilerek hazırlanmış.
Keşke bizde de böyle analizler yapılsa. Bazen basında yer
alan haberlerden öğreniyoruz bizdeki durumu. O da çoğunlukla ürünlerimiz gümrük
kapılarından çevrildiği zaman. Birkaç sene önceki armut olayını hatırlarsınız
belki. İhraç edilmek üzere dış piyasaya sunulan armutlarda standardın üzerinde
zirai ilaç bulunduğu tespit edilmişti ve o armutlar hedef ülkelerine
ulaşamamışlardı. Sonra ne oldu o armutlara bilmiyorum. İç piyasaya sürülmüş
olabileceklerinden şüphe duydum açıkçası. Bu sene de mandalinada benzer bir
durum yaşandığı yansıdı kısa bir süre önce basına. Sonuç ne oldu yine
bilmiyoruz.
Benim bu duruma bulduğum çözüm, imkanlarım ölçüsünde sebze
ve meyveyi doğal üreticilerden almak. Ama yine de bazen marketlerden almam
gerekebiliyor. Bir de muz gibi doğal üreticilerden temin edemediğim için
mecburen marketten aldığım ürünler var. Yerli muz mu, yoksa ithal muz mu almak
daha iyi bir türlü karar veremiyorum. Çünkü bir sürü bilgi var ortada ve neye
inanacağımı bilemiyorum. Yerli muz üreticilerinin zirai ilaçların yanı sıra
doğum kontrol hapı kullandığını söylemişti bir üretici. İthal muzların ise
tamamen kimyasallarla olgunlaştırıldığını duymuştum. Yani kısaca muz konusunda
hala bir karara varabilmiş değilim ve mümkün olduğunca almamaya çalışıyorum.
Ama tükettiklerimiz hakkında yeterince bilgilendirildiğimiz bir piyasa olsaydı,
kişisel muhasebelerle bu işi çözmek zorunda kalmazdık. Marketten veya pazardan
aldığımız meyve-sebzeyle ilgili hiçbir bilgiye sahip olabiliyor muyuz? Nereden
geldiğini, bir denetimden geçtiğini gösteren sertifikalar var mı yanlarında?
Maalesef, satıcılar ne söylerlerse ona inanmak zorundayız. Onların da
çekinmeden yalan söylediklerini biliyorum. Mesela Ankara civarında ünlü olan
Ayaş domatesi, bu bölgedeki olgunlaşma zamanından çok önce market raflarında
Ayaş domatesi etiketiyle yerini alıyor. Sorduğunuzda size Ayaş’tan geldiği
söyleniyor. Yanlış bilgi vermenin yaptırımı olmadığı için istediklerini
rahatlıkla söyleyebiliyor satıcılar.
Konuyu biraz dağıttım ama meyve-sebzenin kaynağı ve
denetim durumuyla ilgili tüketicilerin hiçbir bilgiye sahip olamaması ciddi bir
sorun. Ambalajlı ürünlerin hiç değilse içeriğini görüp değerlendirme şansı var
tüketicinin. Ama meyve-sebzede böyle bir bilgilendirilme mekanizması yok. İdeal
olan bunların belirli denetimlerden geçerek markete veya pazara ulaşması.
Birilerine sorsak bunun zaten yapıldığını söyleyeceklerinden de şüphem yok. Ama
böyle söylense de, tüketici olarak kendimi güvende hissetmiyorum.
Hiç yorum yok :
Yorum Gönder